Çocukluk Hatıralarım






KASABAMIZIN SİMGELERİ

Bazı şeyler vardır ki çocukluğunda insanın hafızasına ve gönlüne nakşedilir, ölünceye kadar da çıkmaz. İnsan onların hayali ile yaşar, onların hayaliyle coşar, onların hayaliyle avunur, onların hayali insanı hayata bağlar.

Bu durum herkes için geçerli midir? Genellikle öyledir. Fakat hayatta olmayanı hayelde yaşatmak mümkün değildir elbette. Yani başka bir deyimle  insan hiç görmediği tatmadığı dokunmadığı kokusunu almadığı bir şeyi nasıl hayal etsin ki?

Örnek vermek gerekirse; Bir insan ilkbaharda Harmançayırı’na çıkıp kengeri yülüyüp yememişse, Kenger sakızı çiğnememişse, Söğüt göbeleği aramaya gitmemiş tadını tatmamışsa, Ömründe hiç dağlara çıkıp noğruz sökmemişse, Berrak akan buz gibi Gökpınar çayından oltayla balık avlamamışsa,  Söğüt odunundan ateş yakıp balık pişirmemişse, Sacda kavrulmuş kavurgayı taze taze cebine doldurup höre çalmaya gitmemişse, Bahar mevsiminde  moğuş moğuş taze ıspanakla yapılan böreği sısak sıcak üfleyerek yememişse,  Sanbaharda Kurdini’nde bider ekerken altın gibi sararan koyun alıcından koparıp yememişse, Ağustos ayının sonunda Tıhmının üzüm bağlarına gidip parıl parıl parlayan kabarcık üzümlerinden tatmamışsa, rengi ve tadıyla insanları büyüleyen, yedikce yiyesi gelen misket elmasından yememişse, Acer tarlada mor domatesi  yeni kızardığında koparıp ortadan ikiye ayırıp yarısını bir lokmada yutmamışsa,  Güneşe serilip katılaşıp bal gibi süzüldüğünde taze dut pekmezini parmağını bandırıp yalamamışsa…

Ne diyorduk; İnsan görmediği, tanımadığı, bilmediği, tatmadığı, koklamadığı, dokunmadığı şeyleri nasıl hayalinde yaşatsın ki?
Filozof geçinen aklı evveller; Zevkler ve renler tartışılmaz derken herhalde bunu kastetmiş olmalılar. Yani iyi, doğru, güzel, diye nitelediğimiz şeyler görecelidir. Kişiye göre değişir. Öylemi? Hayır öyle değil. Göreceli olan kişilerin kendi değerleridir, değer verdikleridir, yoksa nesnel değerler değişken değildir.

Ne ise biz sadete gelelim. Ben bu yazımda Kasabamızın hatıralarımızda iz bırakan yanlarından, nesnelerinden, ürünlerinden, sembollerinden söz etmek istemiştim. Konuyu dağıtıyorum galiba.  Demem şu ki çocukluğumun  geçtiği kasabamızın acı yada tatlı hatıralarını unutamadım. Gönlüm o günleri hayal ediyor, özlüyor, her şeyi buram buram gözümde tütüyor, duygulanıyorum. Duygularımın bir kısmını şiirle ifade etmeye çalıştım. Ama onlar benim ağrılarımı dindirmedi. Birazda düz yazıyla anlatayım ıstırabımı. Ne var ki, bana öyle geliyor ki, kendim çalıp kendim dinliyorum galiba. Eğer  öyle ise, duygularımı paylaşacak birileri yoksa,  yada bu yazdıklarım kimsenin ilgisini çekmiyorsa, bu iyiye işaret değildir. Hemen bir psikoloğa acil ihtiyacım var demektir. Neyse fazla karamsar olmayalım. Belki yazdıklarım benim gibi çocukluğunu kasabamızda bırakanların ilgisini çeker…

Aşağıda isimlerini zikrettiğim ve  resimlerini koyduğum nesneler kasabamızın simgesi gibidirler. Bunlardan birkaç tanesi ile çocukluğumda yaşadığım hatıralarımı kısa kısa anlatmaya çalışacağım:

GEVEN

Dikenli bir bozkır bitkisidir. Dünyanın çoğu yerlerinde rastlanır bu bitkiye. Kimi yerlerde kitresinden faydalanılır, Bazı bölgelerde de yakacak olarak kullanılır. Ama artık yakacak olark pek kullanılmıyor. Eskiden dut kaynatılırken ocaklarda ya da ekmek pişirilirken tandırlarda yakacak olarak kullanılırdı. Bu yüzden  Dağlara çıkar akşama kadar kazmalarla geven söker, akşamleyin eşeklere yükler eve getirirdik.

60 lı yıllardı. Ben o zaman ilkokula gidiyordum. Bir temmuz sabahı gün ağarmadan ağabimle kazmamızı azığımızı ve yor-ganlarımızı aldık  eşeklere bindik yola çıktık. Karakepeze keven sökmeye gidiyoruz. Daha çok  sökmek için, bir iki gece orada yatacağız. Bu arada yalnız gitmiyoruz. Yanımızda Leloğ İbrahim ağabi ve Tıhmınlı Göğ Mevlit ağabide var. Havada yaz olmasına rağmen öyle bir soğuk ki insanın iliklerini donduruyor. Halk türkülerinin birinde şair demişya:
‘Ağustosta suya düşsem Balta kesmez buz olur’ diye.
Aynen öyle. Neyse ki orada yatacağız diye yorganlarımızı almıştıkya yanımıza. Onları sardık vücudumuza.

Güneş ışıklarını gösterdiğinde biz Karakepeze varmıştık ama hala hava soğuktu. Eşekler otlamaya durdu bizde yorganlara bürünüp oracığa uzandık. Hemen uyumuşuz. Gözlerimizi açtığımızda güneş tepemize  binmiş nerdeyse öğle olmuştu. Neye uyarmadın diye herkes birbirine sitem ededursun baktık eşekler yok ortada. Her tarafa dağıldık eşek arıyoruz. Bulamadık. Herkesin öfkeden canı burnunda. Neyse bir çobana rasladık ‘Görmedim ama biraz evvel yuva köyüne doğru gidenler vardı, onların peşine takılmış olabilrler’ dedi adam. Bak sen şu işe! Çaresiz gittik köye doğru. Meğer onların eşeklerinin peşine takılıp köye kadar gitmişler. Köylüler geri çevirmeye çalışmışlar ama nafile…

Bulduğumuza şükrettik eşekleri. Aldık geven edeceğimiz yere döndük ama vakit birhayli geçmiş, ikindiye yaklaşmıştı. Hem yorulmuştuk hemde acıkmıştık. Oturduk, getirdiğimiz azık çıkınımızı açtık, bir şeyler atıştırdık. Hala geven sökmeye başlayamamıştık ve de  akşam oluyordu. İbrahim ağabi;
‘’Ben vazgeçtim keven sökmekten, akşam olmadan ben eve geri dönüyorum’’ dedi. Etme tutma dedikse de dinlemedi. Eşeğine bindi yürüdü. Bizim moraller iyice bozuldu. Bu sefer bende mızıklamaya başladım. ‘Bizi gece burada kurt yer bizde gidelim’ diye. Ama beni dinleyen olmadı tabi. ‘Eli bize güldürmeyelim bomboş eve varıpta’ diye.
Biraz akşamdan birazda ertesi sabah keven söktük eşeklere yükleyip eve döndük. Görenler gene de bize güldüler ‘iki günde kestiğiniz keven bu mu?’ Diye…

NEVRUZ

İlkbaharda havalar ısınmaya başlayıp karlar eridiğinde kırlarda açan nadide çiçeklerdendir nevruz. Uğruna türküler yakılan, orta  Asya Anadolu ve Türk dünyasında adına bayramlar tertiplenip kutlanan bu güzel çiçeğin adını herkes bilse de kendisini çok az insan tanır. Yazılı kaynaklarda nevruz çiçeği diye başka başka çiçekler gösteriliyor. Bundan da anlaşılıyor ki nevruz çiçeği her yerde olmuyor. Bu konuda azıcık araştırma yaptım.  Anadolunun batısında pek raslamadım nevruza. Daha çok Anadolunun doğu ve iç bölgelerinde çıkıyor. Kar yağmayan yerlerde zaten olmuyor. Bu yüzden yöremize ait bir çiçek desekte yanlış söylemiş olmayız.

Aşık Veysel gözleri görmese de nevruzu gayet iyi tanıyor ve biliyor;
‘Noğruz derki ben nazlıyım
Sarp kayalarda gizliyim
Yeşil donlu gök gözlüyüm
Benden ala çiçek var mı’

Nevruzdan ala çiçek olmadığını bildiğimizden midir nedir ben çocukken, karlar kalkar kalkmaz değneklerimizi sivriltir, noğruz sökmeye dağlara tırmanırdık . Evimiz Tıhmınönünde idi. Yani bugünkü ismiyle Karşıyakada. Bizim evler dağın kuzey yamacında olduğu için dağların karı daha geç erirdi. Oysa karşı yamaçlara güneş vurduğu için karı daha çabuk kalkardı. O yüzden de nevruz en erken oralarda, yani Kışla deresinin yamaçlarında çıkardı.

Bir bahar, nevruzlar çıkar çıkmaz,  mahallenin bütün gençleri toplandık. Ben o zamanlar on oniki yaşlarındayım. Irmağın kenarından gidiyoruz. Kışla deresi köprüsünden geçip karşı dağlara tırmanacağız.  Tıhmınlı Guccük Halil Emmigilin evinin hizasına varınca, tarlada ucları ğöğermiş soğan gördük. Hazır değneklerimizde elimizdeyken sökmeye, bezden yapılmış sırt çantalarımıza doldurmaya başladık. Ama daha sonra yengemiz olacak Halil amcanın bizden birkaç yaş büyük kızı Sevim, yukarıdan bizi görmüş, öyle bir koşturuyor ki yıldırım gibi. O kadar erkek çocuktan ürkmeden, korkmadan. Hışımla geldi, çantalarımızdaki söktüğümüz soğanları elimizden aldı, fırçasını attı. Birkaçımızıda tokatladı çekti gitti. Biz arkasından bakakal-dık bir tek söz bile söyleyemedik…

Dağa tırmandık nevruzlar tek tük görünmeye başladı. Güneşte parladığından otuz kırk mete öteden bile gözüküyor. Bizim sayımız çok,  nevruzu ilk gören kimse onun oluyor fakat aynı anda gördüğümüz için başlıyoruz senindi benimdi kavgasına…
Hey gidi günler hey…Hani ne demiş Orhan Veli ‘Gel de içme’  bende diyorum ki  ‘Gel de özleme’ O günleri…

ALABALIK


Dünyanın en asil, en kıymetli, en lezzetli, en yakışıklı, en soğuk ve en temiz sularında yaşayan balıktır. Doğal alabalıktan söz ediyoruz, suni üretilenler konumuzun dışında. Birçok çeşitleri var. Dağ alası, göl alası, deniz alası gibi. Genellikle deniz seviyesinden belli yüksekliklerde yaşar, fakat suyu soğuk ve az tuzlu olan kuzey denizlerine de uyum sağlamış olup, Kanada Norveç gibi  ülke denizlerinde de yaşamaktadır. Ülkemizin
Çoğu bölgelerinin temiz ve hızlı akan dere çay ve ırmaklarında alabalık yaşamaktadır. Lakin düşmanı çoktur. Av aletleriyle yetinmeyip dinamitleyerek,  yahut suya elektrik vererek çoğu sularda nerde ise kökü kurutulmuştur.  Ayrıca bilerek yada bilmeyerek zehirli artıkların suya salınmasıylada toplu balık ölümlerini haberlerde sık sık duyuyoruz.

Yöremizde alabalık deyince Gökpınar akla gelmektedir. Yahut Gökpınar deyince alabalık geldiği gibi. Benim çocukluğumda gerek Gökpınar suyunda gerekse onun karıştığı Tohma suyunda o kadar çok alabalık vardıki sürü halinde gezerlerdi. İri iriydiler. Ben ve benden büyükler hatırlarlar, 60 lı yılların başında kayısılara devlet ilaçlama yaptı, varil varil göztaşı sulandırılıp ağaçlara püskürtüldü. Bilinçsiz işçiler, işleri bitip giderken, Yukarı köyün köprüsünden ve Yolçatı köprüsünden varilde kalan ilaç artıklarını suya döküp gitmişler. Tohma bir ay boyunca balık aktı. Balıklar kıyılara vurdu. İri iri kiloluk alabalıklar… Bereket höpörlerle vatandaş uyarıldıda yemediler. Yoksa insanları da zehirleyeceklerdi. Kedilerin önüne koyardıkta koklayıp dönüp giderlerdi yemezlerdi. Benim balık serüvenim çok. Boş kaldığım zamanları hep ırmağın kenarında geçirmişimdir. İki numara meps marka kelebek olta, uygun bir kuru söğüt dalından değnek ve üç dört metre naylon olta ipliği… Dedimya balık maceram çok şimdi bir tanesini size de anlatayım;

Orta okula 65 te başladım. O zamanlar Suçatında ortaokul yoktu. Gürün Ortaokuluna giderdik. Talebe çok olmalıki  iki gruba ayırır sabahçı öğleci yaparlardı. Bizim grup öğleyin 13 te girerdik derse. Sabah saat bire kadar boştuk. Bunu değerlendirmek gerekti. Ders çalışarak mı? Hayır canım balık tutarak. O zamanlar babam bize yeterince haşlık veremezdi.
Şimdiki gibi bolluk yoktu… Neyse mahallemizden İsmail Aydoğdu ile aynı sınıfa gidiyorduk. Onunla anlaştık. Gecenin saat 3 ünde kalkıyorduk, bezden çantalarımıza kitaplarımızı, yanı sıra tandır ekmeğimizi ve domatesimizi yerleştiriyor, oltalarımızı da alıp yola çıkıyorduk. Ballıkaya denilen yere kadar yürüyorduk. Irmak boyu hem uzun sürüyordu hemde yol yoktu, onun için Karaağıldan Harmançayırına, oradan Bozoğun bağına oradanda Güneş doğarken Ballıkaya tepesinden ırmağın kenarına iniyorduk. Olta ata ata saat 11,30 kadar Gökpınara ulaşıyorduk. Tuttuğumuz balıkları birleştiriyor,  ekmekle domatesimizi yiyerek durmaksızın Gürüne doğru koşturuyorduk. Dutlupınar lokantasına balıklarımızı satıyor saat birde derse yetişiyorduk.

Uzun süre bu durum böyle devam etti. Artık kendi harçlığımızı kendimiz kazanmanın mutluluğunu yaşıyorduk. Desler mi? Kim düşünüyorduk desi… Gene bir gün balık tutarak Gökpınara ulaştık. Balıkları çubuğa takarken,  Gökpınara eşiyle beraber Amerikadan gelen bir turist balıklarımızı gördü. İşaretlerle balıkları kendisine satmamızı istedi. Biz tamam dedik paramızı alıyorduk ki Gökpınarın restoranı ile ilgilenen şahıs öteden bağırdı; ‘Sakın balıkları o adama satmayın ben alacağım’ diye.  İyi dedik ozama sen al. Adam turisti sapaladı; ‘Siz kimin balığını kime satıyorsunuz’ diyerek balıkları ve oltalarımızı elimizden aldı. Bir ikide çırpıştırdı. Biz neye uğradığımızı bilmeden elimiz bomboş, Gürünün yolunu tuttuk…
Orta üçe kadar hiç iskarpinim olmadı hep çapa marka kara lastik ayakkabı giyerdim. Soğuk bir günde, teneffüste sınıfta sobanın başına sıraları çektik, oturup ısınıyoruz. Kızlar yanımıza sokuldular bize laf atmak istiyorlar. Nermin ismindeki kız, benim çamurları temizlenmemiş kara lastiğimi göstererek; ‘Arkadaşım rica etsem şu pırıl pırıl iskarpinleri hangi mağazadan aldınsa adrsini bize de söyler misin’ demez mi? Ben zaten kızlarla konuşmaktan sıkılıyorum. Ayrıca benden başka okulda kara lastik giyen yok, onun ezikliğinide yaşıyorum. Kıpkırmızı oldum, hiçbir şey söylemeden arkadaki kendi sırama oturdum. Ağlamamak için kendimi sıkıyorum. Kız yaptığına pişman oldu, oda çok üzüldü ama olan oldu artık. Benim kırılan kalbimi tarif etmeye çalışıyor, ‘Espiri olsun diye, birazda seni konuşturmak için  yaptığını başkabir amacının olmadığını söylediyse de nafile… bana olanlar olmuştu.
O gün kafaya koydum balık parasını biriktirip bir iskarpin alacaktım kendime.

Bahar gelmiş havalar yavaş yavaş ısınmıştı. Bu arada ben de iskarpin parasını tamamlamıştım. Birgün okuldan çıkar çıkmaz çarşıya koştumAyakkabı dükkanına girdim. Gözüme kestirdiğim bir iskarpinin fiyatını sordum. Param yetiyordu sevindim.Hemen parasını ödedim. Adam ambalajlıyordu; ’hayır’ dedim giyeceğim. Iskarpinlerimi giydim.Çok sevinçliyim hemen arkadaşlarım görsün istiyorum. Bilhassa Nermin. Ama akşamdı vakit, şimdi köye gidiyordum. Yarını beklemek lazımdı gösteri yapmak için.

Köyün vünübüsüne bindim. Yolçatına yaklaşınca hafif yağmur çiselemeye başladı. Aldırmadım. Bir an evvel ıslanmadan eve ulaşmak için koşturdum ama nafile. Hocalıyarında yağmur bardaktan boşalırcasına yağıyor. Hocalıyarının sakızlı çamurunu bilen bilir. O çamurlara bata çıka eve vardım ki ne iskarpin kalmış ne ayak, pestil olmuş her şey. Hayatımda üzüldüğüm en önemli olaylardan birtanesi buydu. Babam durumu anlayınca ben kızacak sandım; ‘Oğlum ne üzülüyorsun sudan tuttuğun balığın parasıyla aldığın ayakkabı tekrar suya gitmiş, canın sağ olsun yenisini alırız’ ‘Baba ben arkadaşlarıma, helede Nermine gösterecektim onu’ diyemedim.


ISPANAK BÖREĞİ


Mastafadan  derilmiş körpe ıspakları yıkayıp ayıkladıktan sonra içine bir iki yumurta kırarsın varsa biraz kıyma atarsın.  Yoksa gerekmez, kıymasız da olur. Birazda tere yağı. Bazıları soğanda doğrarlar ama soğanı sevmeyen olabilir. Nise içini böylece hazırladıktan sonra kepeği alınmamış su değirmeninde öğütülmüş Zerun buğday unundan hamur yapar, oklavayla sofra tahtasının üzerinde bir güzel açarsın ıspanağı bir yarısına yayıp öbür yarısını üzerine kapatırsın sonrada ocağın üzerindeki sacın üstüne dizersin. Bir yandan da gözün üzerinde olacak. Yanmasın diye. Arada bir döndereceksin tam kıvamını bulduğunda onu kaldırıp diğerlerini koyacaksın. Bu arada kokusunu duyanlar zaten gelip ocağın etrafında toplanmışlardır. Kim olursa olsun görenin göz hakkı vardır diye, yahut canı çekmiş diye mutlaka yedireceksin. O kokuyu duyan yahut o lezzeti tadan kişinin tok bile olsa yememesi mümkün değil. Sıcak sıcak, üfleye üfleye…

Gene ben ilkokul çağlarındayım. Ben yaştakiler yada benden büyükler bilirler. Köyümüzün kimseye zararı dokunmayan divane bir ailesi vardı. Üç kişiydiler bunlar Deli Durdu, Deli Nuriye ve Deli Hasan. Durdu Emmi neysede  Hasanla Nuriye çoğu zaman beraber gezerlerdi. Şunu verin demezlerdi ama bir şey verdiğinde de çok sevinir ‘Allah hok versin’ derlerdi.

Bir bahar mevsimiydi. Anam sekide hazırlığını yapmış börek pişiriyor. Bizde pişsinde yiyelim diye sabırsızlanıyoruz. O arada Hasanla Nuriye neredeymişsin damladılar. Acıkmışlar,  ocağın kenarına yerleştiler. Anam pişiriyor onlar yiyor. Biz mi? Bizde Seyrediyoruz. Hasan üç tane yeyince ‘Allah hok(çok) versin dedi çekildi. Fakat Nuriye doymak bilmiyor, sıcak mıcak ta dinlemiyor, habire yiyor. Ne anam nede biz ‘ yeter Nuriye’ diyemiyoruz tabi. Kim demiş Hasana delidir diye; Nuriyeye kızarak: ‘One ocağın kör kalmaya, yeter yediğin, ecikte Ağaya  kalsın’… dedi.


DOMATES

Fakirin ekmek katığı, sebzelerin kıralı, çiğ yada pişmiş olarak hemen her yemekte yer alan müstena bir yere sahip domates. O olmadan yemeklerin tadı tuzu yok demektir. Değerli dostlar ben çocukluğumda yediğim domatesin tadını şimdiki domateslerin hiçbirinde bulamıyorum.  Bunun birçok sebebi vardır elbette fakat en önemli sebeplerden bir tanesi acer bir torak ve tabii gübre. Günümüzde  sunu gübreleme ile hem toprağı çoraklaştırdık hemde yiyeceklerin tadını bozduk. Ayrıca tohumunuda artık İsrailden şurdan buradan satın alıyoruz. Yani genleriyle oynanmış tohumlardan üretilen domateslerle besleniyoruz.

Yıl 1965 Köyde bahçenin su ulaşılamayan üst kısmının toprağını bahçeye yayarak  mastafa çıkardık. Hiç kullanılmamış acer toprak. O yaz yeni hazırladığımız bu yere domates yaptık. Kardeşim öyle müthiş bir domates oldu ki, doldu taştı. Görenlere adeta ‘al beni ye’ diyor. Hele tadı? Dedimya o tada ben hiçbir yerde raslamadım.

Domatesler yetti. Cuma günü babam Gürüne, pazara satmaya götürecek. Perşembe günü kardeşim Mehmetle toplayıp bezin üzerine yığdık. Sandıklara dolduracağız. Yandoğ Süloğ Emmi Tıhmınlılardan icara yer almış Orayı sulamaya inmiş, Suyu kesilince de kürek omzunda, harığı takip ederek Yukarı çıkıyor. Bizi gördü ‘Bereketli olsun’ dedi. Yürüyor ama gözü domateste.  Usulden: Süloğ Emmi gel domates ye’ dedik. Sağ olun çocuklar dedi, gidiyor. Bizde gülüşüyoruz adama hacılar teklifi yaptık diye. Beş altı adım daha attı, baktı ısrar etmiyoruz, geri döndü: ‘E Madem ısrar ediyorsunuz verin bari bir tane de yiyeyim’ demez mi? Biz gülmekten kırılıyoruz adam bizi seyrediyor. Şimdi düşünüyorumda ne  kadar ayıp etmişiz… Çocukluk işte.


ÜZÜM

Üzüm meyvelerin  kıralı, Peygamberimizin de en çok övdüğü ve yediği meyvelerden. Çeşitleri çoktur elbet. Aş üzüm, kabarcık üzüm, siyah üzüm, asma üzümü vs. Bizim köyde mekanı Karaağıldır. Fakat Karaağılın üzümleri  aşüzüm dediğimiz cinsten ve fazla yemeye gelmez, hemen kestirir adamı. Esaa üzüm Tıhmının bağlarında yetişen kabarcıktır ki yedikçe yiyesi gelir insanın. Ne kadar yersen ye zarar vermez insana.

Sene 1975 Ben Eğitim Enstitüsündeyim Bursada okuyorum. Okullar açılmak üzere. Köydeyim Bursaya döneceğim. Fevzi Orakçı (Abbas Fevzi)da Bursada geleceğimi biliyor: ‘ Gelirken bana Tıhmından kabarcık üzüm getir’ dedi. Üzümlerinde tam yettiği zaman. Babama söyleyince tamam dedi. ‘Ben Tıhmınlı Sülyman Amcana söylerim yarın bağdalarsa gider bir sepet doldurur, satın alır gelirsin. Söyleyince: ‘Bağdayız yarın gönder oğlanı gelsin alsın’ demiş. Ertesi gün ben eşeğe bindim, erkenden Yola çıktım. Bağa vardım kimsecikler yok. Bir saat oralarda oyalandım gene gelen giden olmadı. Bense daha hazırlık yapacağım, akşama yola çıkacağım, zamanım kısıtlı. Kendi kendime dedim ki: ‘Taburaya kadar geldim boş mu gideyim, bari sepetimi kendim doldurayım, durumu sanra izah ederiz’

Girdim bağa, üzümler parıl parıl parlıyor. Hiçbirisine daha el değmemiş. Bir iki tenekten sepetini doldursana de. Fakat ben öyle yapmadım. Bağın altını üstüne getirdim. Her tenekten en beğendiklerimi kesip sepete doldurdum. Tam işimi bitirip gideceğim zaman Süleyman amcanın oğlu, yani bağın sahibi oracıkta belirdi. Buda ne oluyorki dercesine olayı çözmeye çalışıyor. Gerçi görüşmeyeli çok oldu ama tahminen de olsa birbirimizi tanıdık. Meğer babası benim üzüm almaya geleceğimi unutmuş oğluna söylememiş. Başta beni hırsız zannetmiş ama kaçmadığım içinde ne yapacağına karar verememiş. Neyse durumu anlatmaya çalıştımsa da bu durumu kabullenip onaylamakta zorlandı. Bir şey de diyemedi. Ben vaziyeti idare etmek için ezildim büzüldüm, özür diledim ‘Hata bendeydi sizi beklemeliydim’  dedim. Hesabı Babam babana ödeyecek deyip, bir an evvel oradan uzaklaşmaya çalıştım. ‘ Bi lader, biz bile daha siftah yapmadık, sen ne cüretle bağın altını üstüne getirirsin, insan biraz sıkılır yahu demez mi? Kendi kendime; Sıkılmak neki kardeş yüzlerim yere girdi’ dedim…

ELMA

Yöremizin en önemli simgelerindendir elma. Başka bölgelerde raslanmayan pek çok cinsi varki sadece kendi bölgemize aittir. Tatoğ gibi, Karayaprak gibi hayvaniye gibi. Ne varki tanıtımını ve reklamını yapamıyoruz, diğer ürünlerde de olduğu gibi. Reklamını yapıp patentini almak lazım. Yoksa bizim yerimize birileri sahip çıkar. Demedi demeyin dostlar…

Yine 60 lı yıllarda idi. Bizim  bir elma ağacımız vardı. Erken yeter, kıpkırmızı elmalar verirdi. Bu yüzdende düşmanı çoktu. Gelen geçen yolmaya  yeltenirdi. Birgün babam dediki: ‘Oğlum kırmızı elmayı döküp sandıklara yerleştirelimde Gürüne, pazara götür sat, benden para isteyip durma, parası senin olsun, yoksa bir iki gün içinde yolarlar bir şey kalmaz’. Buna çok sevindim: ‘Olur baba’ dedim. Gerçi şimdiye kadar çarşıya yalnız başına bir şey götürüp satmamıştım, ama olsun. Pazar bilmediğim yer değildiya, alışırdım. Akşamdan elmayı döktük sandıklara doldurduk. Sabah namazında yola çıktım, Gürüne var-dığımda ortalık aydınlandı. Dereye yukarı pazara çıkarken Dutlupınar lokantasının yanında Tozluyurların bir manav dükkanı vardı: Adam elmayı gördü beğendi: ‘Pazara çıkarma ben alayım’ dedi. ‘ Olur dedim. Kilosunu elli kuruşa anlaştık. Sandıkları indirdik eşekten derken Lokantanın önünde bir yolcu otobüsü eğlendi arabadan inen elmayı görüyor kırmızılığına hevesleniyor. O diyor bana bir kilo ver diğeri iki kilo. Fiyatını soruyorlar, ikiyüz elli kuruş diyor. İhtiraz etmiyorlar, alelacele alan gidiyor. Daha tartıp parasını almamışım ben. Saf ve çocuk aklımla seviniyorum. Otobüs yolcularına sattıkları benim elmalarım parasını bana verir diye ümit ediyorum. ‘Hiç olur mu diyor manav benim satışıma karışamazsın, seninle elli kuruştan anlaştık’…

Hayretler içinde kalıyorum . Sen onca emeğini çek, elma yetiştir. Ezilmesin diye itinayla sandığa yerleştir, sabahın köründe onca yolu tep Gürüne götür. Elli kuruşa ver. Adam dakikaların içinde elini sıcaktan soğuğa vurmadan ikiyüz elli kuruşa satsın, beş misli para kazansın…


GELDİN Mİ UÇUP

Merhaba dostlar. Ben  sizlere çocukken Yaşlı komşumuzdan dinlediğim hayat serüvenini  nakletmeye çalışacağım. Ama üzüldüğüm ve keşke dediğim husus, o zamanlar bu anlatılanları önemsemediğim bu nedenle de harfi harfine not etmediğimdir. Hani şair demişya ‘’Geçmiş zaman olurki hayali cihan değer’’ diye işte öyle.  Şimdi o anlatılanlardan hatırımda kalanları nakledeceğim ama Olayı bizzat yaşayanın ağzından sıcağı sıcağına anlatılanla ne kadar örtüşür, bunu sizin taktirinize bırakıyorum.

Komşumuz Yusuf Emmi vardı. Yusuf  Kılıçarslan. I. Dünya Şavaşında İngilzlere esir düştüğünde; ( kendisinin deyişi ile ’Gözünü iyileştireceğim diye doktor beni kandırdı. Meğerse amacı gözüme göztaşı koyarak kör etmekmiş’)  gözlerini kör etiklerinden Kör Yusuf diye anılırdı.
Yusuf Emmi askere alındığında on dört sene evine dönememiş. Dile kolay -14 yıl- Askerde düşmana esir düşmüş, Kafkasları, Balkanları, Mısırı, Filistini, Suriyeyi daha birçok yerleri dolaşmış. Çoğu kez arkadaşlarıyla firar etme teşebbüslerine girişmişse de başarılı olamamış. Kendi deyimi ile; ‘ Çok badireler atlattım. Öldürmeyen Allah öldürmedi. Daha yiyecek ekmeğimiz içecek suyumuz varmış’  derdi.

Eski insanlar bugünün insanlarından çok farklıydı. Katışıksız saf ve cinlikten uzak bir dünyaları vardı. Bu özellikleri bilgisizlikten mi kaynaklanıyordu, ahlaktan mı yoksa başka nedenlerden mi bilemiyorum. Ama sahsi düşüncem, günümüz insanı bilgi kirliliğine maruz kaldığından, batı dünyası ile yakın temasa geçip hazcı ve maddeci bir yaşayış düzenini tanıdığından olsa gerek saflığını sadeliğini peyderpey kaybetmeye başlamış, şeytani özellikler kazanmıştır.

Tekrar Yusuf Emmiye dönersek; 14 sene  dünyanın çeşitli yerlerinde sürgün ve esaret hayatı yaşadıktan sonra, tesadüfen bir yolunu bulup memleketine,  yani evine döner.  Evinde kendisinin yolunu gözleyen kimseciklerde yoktur hattızatında, anasından mada. Askere giderken anacığının elini öpmüş; ‘Allah’a ısmarladık’ demiş, gidiş o gidiş. Bir daha geri dönmemiş,  dönememiştir 14 sene. Anacığını iki göz toprak damı olan kırık dökük bir evde bırakmış Yusuf Emmi. Anası bu ayrılığa hiç üzülmemiş, gönül koymamış oğluna. Halinden de şikayetçi değil. Askere gidiyor oğlu ne desinki…

Aylar ayları kovalamış, yıllar yılı. Aradan 14 yıl geçmiş. Hiç haber alamamış anası oğlundan. Bunuda kabullenmiş,  unutmuş gözükmüş. Tek başına toprak damda, dul bir kadın nasıl yaşar, Korkmaz mı ürkmez mi? Ne yer ne içer, Yazın sıcağı ne ise de kışın soğuklarında ne yapar nasıl ısınır?

Yusuf Emminin anası (Zadekarı) korkmamış ürkmemiş, Allah’a tevekkül edip, Yazları yola dökülen buğday başaklarını toplayıp biriktirmiş. Buğdaylarını ayıklayıp dibekte döğmüş kepek haline getirmiş. Toprak küpüne doldurmuş. Kışları mangaldaki ateşi kürsüye koymuş. Üstüne eski günlerden kendisine yadigar kalan valasını örtmüş ayaklarını valanın altına uzatarak ısınmaya çalışmış. Acıkınca da kalayları henüz dökülmemiş bakır tenceresinde, küpteki kepekten azar azar çorba yapıp içmiş…

Uzun da sürse ana oğul ayrılığı bir gün sona ermiş. Bir yaz gecesi Yusuf  Emmi Anacığına kavuşma heyecanı ile eve gelmiş. Kapı açık içeri dalmış anası içerde yok. Damda yatıyordur mutlaka deyip ağaç merdiveni duvara dayayıp dama çıkmış. Tahmin ettiği gibi yatakta bir yatan var. Ortalık karanlık, kim olduğunu seçmek zor. Zaten aydınlıkta olsa bir gözü hiç görmüyor diğeride kendini zor idare ediyor. Kendi kendine: Yatakta yatan anamdan başka kim olabilir ki, şimdi uykusunu bölüp rahatsız etmeyeyim, sabahleyin dertleşiriz nasıl olsa, deyip  yanına sessizce uzanmış.
Zadekarı sabah alacakaranlığında bir uyanıyor, oda ne yanında hecin gibi bir adam yatıyor. Gözlerini oğuşturup dikkatlice bakınca kendi oğlu yani 14 yıl önce askere gönderdiği Yusuf’u. Yanına sokulup sarılıyor. Dürtükleyip uyandırıyor;
-Geldin mi Uçup
-Geldim ana
-Nerde kaldın
-…
Yusuf Emminin anası iki üç adım atıyor, örtmenin altından küpünü kapıp sevinçle oğlunun yanına geliyor;
-Bak uçup sana ne göstereceğim. Hergün yola dökülen sapları toplayıp; arpa ve buğdaylarını ayıklayarak dibekte döğdüm. Bir küp kepek yaptım, bol bol çorba yapıp içeriz...

0 yorum: